Her şeyin modern olduğu bir dünyada yaşıyoruz; insanlar, düşünceler, inanışlar, hayat tarzları, eşyalar… Yaşadığımız dünyada birçok şey modern olarak niteleniyor. Modern olarak nitelenenlerin itibar görmesine karşılık, modern olmayanların değersiz veya yanlış bulunduğu bir dünya burası ... Haliyle yerkürede ve evlerde, zihniyetlerde ve bedenlerde, akıllarda ve gönüllerde, sebepleri ve sonuçları üzerinde düşünmeyi fazlasıyla hak eden önemli şeyler gerçekleşiyor. Gerçekleşenler ise maalesef normal değil. Zira
Çokkültürlülük nedir ve bunu haklı çıkarmak için kullanılan farklı teoriler nelerdir? Çokkültürlü politikalar özgürlüğe ve eşitliğe yönelik birer tehdit midir? Liberal demokrasiler barış ve istikrardan ödün vermeden azınlık gruplarını barındırabilir mi? Michael Murphy, konuya ilişkin bu açık seçik girişte bu soruları araştırıyor ve çokkültürlülüğü siyaset felsefesi ve politik uygulama yönünden eleştiriyor. Kitap, çokkültürlülük kavramının kökenlerini ve çağdaş kullanımını vatandaşlık, eşitlikçi adalet ve bi
Sosyolog, siyasetbilimi profesörü, yemek ve mutfak kültürü araştırmacısı Artun Ünsal, daha önceki eserlerinde okurları mutfak lezzetlerine ortak etmişti; şimdi ise okurları “İstanbul’un kayık devrinde” uzun soluklu, muhteşem bir gezintiye çıkarıyor. Nitelikli bir araştırmanın ürünü olan bu kitap, günümüz kuşağı için olduğu kadar, gelecek kuşaklar için de değerli bir katkı sunuyor. “Yolcu, yük ve tenezzüh [gezinti] kayıklarının, ulaşımsal, ekonomik, sosyolojik ve kültürel boyutlarıyla bir zamanlar İstanbul i
1969'dan beri milliyetçilikle, 1974'ten beri de azınlıklar konusuyla uğraşan Profesör Baskın Oran bu geniş çalışmasında ilkin, azınlık kavramının tarihçesini geçmişten günümüze bir belgesel film gibi anlatıyor. Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, AGİT, Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütlerin bu dikenli konuya yaklaşımlarını antlaşmalar, sözleşmeler, bildirgeler ışığında ortaya koyuyor. Ardından kavramın tarihine, teorisine, hukukuna, dünya ve Türkiye uygulamalarına birer birer değin
“Toplumsal ve kişisel kimlik göstergeleri olan isimler imparatorlukların ve ulus-devletlerin –şekil ve dillerini kontrol ederek– kanunlarla müdahale ettikleri unsurlar olmuşlardır. (…) Ulus-devletler, ideolojik değişimlere bağlı olarak soyadlarının dilini çeşitli şekillerde kontrol etmişlerdir. Teresa Scassa, devletlerin isimleri kontrol ettiği üç yol olarak ‘ayrıştırma, asimilasyon ve ulus inşasına’ işaret etmektedir.” Soyadı “siyaseti”, milli kimlik inşasının bir aracı. Meltem Türköz, kitabında öncelikle
Aile, örf, gelenek, alışkanlık, kamusallık, devlet, kanun gibi kavramlar sosyologların toplumun iskeletini çıkarmasında yardımcı olmuştur. Aile, gelenek ve ahlak arasındaki ilişkiyle ortaya çıkan kamusallık fikri bugün modern toplumun yapısını ortaya serer. Bunlardan alışkanlık gibi bireysel değil, sosyal bir kavram olan gelenek ise doğrudan toplumun kökeniyle ilgilidir. Zira hem bir sosyal olguya hem genel geçer bir kurala ve bu kuralı koyan sosyal iradeye işaret eder. Geleneğin sosyolojik teorisi bağlamın
“Dinî ve kültürel çeşitliliği deneyimleme süreçleri Ankara’da Çukurambar’ı, İstanbul’da Başakşehir’i inşa etmek yönünde motive ederken, (Bursa) Nilüfer’deki laik/seküler deneyim Müslüman orta sınıfları, toplumsal konumlarıyla uyumlu, makbul bir yaşam tarzını hayata geçirmek üzere bir araya getirdi. Buna mukabil orta sınıfların seküler fraksiyonları da Müslüman orta sınıflara karşıtlıkla tanımlanan alanlara yerleşme eğiliminde oldu.” Sınıfsal ayrışma, kentsel mekâna nasıl yansıyo
Benim Eleştirilerim Genelde Doğrudan Şahıslara, Markalara, İdeolojilere Yönelik Olmuyor. Meseleyi Kişiselleştirmemeye Ciddi Bir Özen Gösteriyorum. Benim De İçinde Yaşadığım, Bir Parçası Olduğum Toplumsal Vasata, Onun İçindeki Bazı Tipolojilere Odaklamaya Çalışıyorum Eleştirilerimi. Elbette Üslup Da Çok Önemli Benim İçin. “Le Style C’est L’homme Même.” Yani Üslup Ayniyle İnsandır. Buffon’un Bu Sözünü Çok Severim. Kurduğunuz Cümlenin Hakikat İçeriği, Ötekine Nüfuz Kapasitesi Asla Üslubunuzdan Bağımsız Değildi
Ünlü davranışbilimci Konrad Lorenz köpeğin evcilleşmesinin ve insanla ortak yaşamının öyküsünü eğlenceli bir dille anlatıyor. Böylece en eski zamanlarda, köpekle insan arasındaki yaşam-çıkar ortaklığının nasıl kurulduğunu ve aradan geçen binlerce yılda, homo sapiens ile bir hayvan arasındaki bu içten dostluğun nasıl derinleştiğini görebiliyoruz.
Lorenz, kimi kez insani özellikler atfettiğimiz bu sadık dostlarımızın davranışlarını, binlerce yıllık içgüdüleri temel alarak açıklıyor. Ona göre her köpek ırkını
“Bugün hayatlarımıza yön veren can alıcı meseleler, ilk bakışta göründüğünden çok daha dolaysız biçimde mülkiyet kavramıyla ilişkili.
Derinleşen eşitsizlikler, insanlığın kolektif birikiminin ve doğanın metalaşması, konvansiyonel demokratik kurumların işlevsizleşmesi ve nihayetinde
toplumsal alana rengini veren kesif belirsizlik durumu, mülkiyet etrafında açığa çıkan çatışma ve çelişkiler dikkate alınmaksızın layıkıyla anlaşılamaz. Son
yıllarda ortaya çıkan kriz ve isyanların da önümüze koyduğu gibi, bir ku
Ülkemizde 20 yüzyıldan itibaren sanayi ve teknoloji alanında hızlı bir değişim ve
dönüşüm yaşanmaktadır. Buna bağlı olarak nüfus kırsal alanlardan, şehir merkezlerine
akmaya başlamış; artan konut ihtiyacının karşılanması amacıyla zemini yumuşak, sulu tarım
arazileri imara açılmış ve ne yazık ki bu zemin üzerine inşa edilen yüksek yapılar deprem
riskini daha da arttırmıştır. Oysaki deprem kuşağında bulunan yerleşim bölgelerinde yer
seçimi, plan, proje, malzeme kullanımı, sağlam yapı ve denetimi gibi mühendis
“Kandaş toplumun eşitlikçi hayat tarzını meydana getiren unsurların,
katmanlaşmayı hızlandıracak ‘teknik’lerin hammaddesi haline getirilmesi,
‘gens’den/‘klan’dan ‘devlet’e, ‘örgütlenme’den siyasete giden yolun
aşılmasındaki başlıca araçları oluşturur. Bu süreç Asya göçebeliğinde çok net
görülür.”
Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, eski Türklerin tarihine, milliyetçi
hamasetin dışında, bununla beraber alabildiğine tutkuyla, canlı bir merakla
yaklaşmasıyla, yol açıcı bir eserdir
“Elinizdeki kitap, Türkiye’nin modernleşme sürecinde doğumun nasıl
tıbbileştirildiğini, böylece kadınların doğumun asli özneleri olmaktan nasıl
çıkarıldıklarını ortaya koyuyor. Modern iktidar teknolojilerinin en önemli aracı olan
bilimin (özellikle de tıbbın) hamileliği bir tür ‘hastalık,’ gebeyi de ‘hasta’ olarak
tanımlamasıyla girdiğimiz bu yol, kadınların kendi bedenleri hakkındaki bilgilerinin
değersizleştirildiği bir sürece işaret ediyor. Aynı zamanda, kadınları iktidarın
mağdurları olarak tarif etmeni
Lorenz, “insanın nispeten ilkel ama o ölçüde de tehlikeli temel dürtü ve içgüdülerini” hatırlatma görevini kusursuz bir biçimde yerine getiriyor. Lorenz’in, saldırganlığı, insan eylem ve tepkilerinin temel nedenlerinden biri olarak belirleyip bu kitapta ikna edici bir şekilde açıklamasından bu yana, “saldırganlık” sadece antropolojik ve sosyolojik tartışmaların anahtar kavramı haline gelmekle kalmamış son 40-50 yılda, bu konuda dağ gibi bir literatürün doğmasına da yol açmıştır. Bu gerçek, ilk baskısı yılla
“(...) her şeyden önce, bu tür korkunç hak ihlalleri nasıl meydana
gelebildi? AYM’nin ölüm kalım meselelerinde dahi kendi yargı yetkisini
kısıtlamasının açıklaması ne olabilir? Ya AİHM’in, ‘yakın ve geri dönüşü
bulunmayan bir zarar riski’ açıkça mevcut olmasına rağmen geçici tedbir
taleplerini reddetmesi nasıl açıklanabilir? Nasıl oluyor da onlarca yıllık
AİHM denetimine rağmen Türkiye güvenlik kuvvetleri hâlâ cezasızlık
rejiminden faydalanabiliyor? Bu sadece, Türkiye’nin AİHM kararlarına riayet
etmemesi so
“Yeni anneliğin sosyokültürel bağlamına duyduğum sosyolojik
merakın arkasında, teyze olduktan sonraki gündelik hayat
tecrübelerimin akademik bir sorgulamaya dönüşmesi hikâyesi
yer almaktadır. Henüz yüksek lisans eğitimine yeni başlamış
bir öğrenciyken yeğenimin doğumunu tebrik etmeye gelen
komşu topluluğunda yer alan annelerin hepsinin çocuklarının
yaramaz değil, fakat hiperaktif olarak nitelendirmesi beni
şaşırtmıştı. Hem kendi kuşağıma hem de kendi annemin de
içinde yer aldığı bir önceki kuşağın a
Türkiye, sonuncusu 1989’daki Büyük Göç olmak üzere, kuruluşundan beri Balkanlar’dan “anayurda” gelmiş yüz binlerce göçmene de, bu göçler üzerine yazılmış kitaplara da aşina. Ancak zorunlu göçlerin, mübadelelerin aksine, ’90’lardan itibaren Türkiye bireysel “soydaş” göçlerine de sahne olmaya başladı. Bu yeni “soydaş”lar, öncekilerden çok farklı hukuki ve sosyal koşullarla ülke değiştirdiler; toplu göçün sağladığı imkânlardan faydalanamadılar ve hemen tüm göçmenler gibi
Toplam 119 kayıt bulunmuştur
Gösterilen 1-20 /
Aktif Sayfa : 1
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için, amaçlarla sınırlı ve gizliliğe uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Çerezleri nasıl kullandığımızı incelemek ve öğrenmek için Çerez Politikamızı inceleyebilirsiniz.